İçeriğe geç

KÜRESEL İSTİMLAK PLANI

Hapishanelerin mahkumlar tarafından yönetilemeyeceği söylenir. Bu, bakış açısına göre “değişen”; doğru ve/veya yanlış bir algılamadır.

Öyle ki, içerisinde bulunduğumuz süreç bir çağ evrilmesine şahitlik yapmaktadır. Ve çağ evrilmesinin momentleri üzerine bir konunun araştırılmasında temel olarak ana çelişkinin tespiti önemlidir. Aktörlerle taraflar arası ilişkinin ortaya çıkarılması, aktörlerin aktörlerle çatışmalarından ziyade, tarafların çatışmalarının ortaya çıkarılarak çalışmanın teorik ve ampirik olarak dengelenmesini sağlamalıdır.

Taraflar belli bir çelişkiden doğarlar. Aktörler ise genelde bu çelişkiden doğan çatışmanın  uzuvları, aletleri veya gerektiğinde kesilip atılabilen tırnak uçlarıdır. Çatışma görüntüsünden ziyade, arka planda veri olan çatışmanın içeriğidir.

Tarihin alınacak derslerden ibaret olduğu sıkça dile getirilir. Tarih, aynı zamanda yakınma kavramıyla tüm zamanlarda dost olamamış yegane olgudur. Galilei’nin dünyanın yuvarlak oluşuna dair tespitine (Tanrı adına gülmeyi dahi yasaklayabilmiş) kilisenin verdiği hunharca cevaptan bugüne, öncesiyle ve sonrasıyla olumlu ve olumsuz çok fazla değişiklik yaşandı. Oysa mahkumlar hapishane yöneticiliğine hiç yükselemedikleri gibi; hapishane yöneticilerinin de gerçekte herhangi bir zaman diliminde dürüst, adil ve başarılı oldukları da görülmemiştir.

Özellikle geçen iki kalkınma onyılının özellikle azgelişmiş ülkeler adına ne denli pahalı bir öğrencilik dönemi oluşu bizleri şaşırtmaya devam ediyor. Yakınma ve şaşırma: Bu iki kavram insanlığın yanılgılarının gereksiz toplama işareti gibi adeta. Gereksiz, çünkü Yaratanın bildiği gerçeklere kıyasla, kendi farklı ve planlı doğrularını yaratmaya çalışan soğuk savaşın emsalsiz tilkileri, çağının çağdaşı küreselleşmeye taze kan vermek amaçlı, yeni bir dünyevi müfredat programına geçişi, arzuları yönünde algılanmasını sağlamaya çalışıyorlar; üstelik biraz da yüzlerine gözlerine bulaştırarak.

İnsanlık adına hiç sorulmak istenmeyen, tilkilerin üstün bir gayretle geçiştirilmesi için varını yoğunu ortaya koydukları sıkıntılı soru şudur: Para mı insanın hizmetinde olmalıdır, yoksa insan mı paranın ? Veya ekonomi mi paranın hizmetinde olmalı, yoksa para mı ekonominin? İşte gelmiş geçmiş tüm zamanların emperyal müfredatlarının maskelemeye çalıştığı, can alıcı soru budur !

Galilei’den evvel İtalyan 100 Yüzyıl Savaşları, büyük paranın (tefeci sermayenin) yüksek güvenlik gereksinimine işareti; bugünlere ışık tutan çok önemli göstergedir. Ancak hemen öncesinde 1485 yılında Tudor Hanedanı’nın Britanya’da tahta geçmesiyle başlayan süreç insanlığı bugün hala neredeyse biçare uğraştırmaktadır (çünkü az ile yetinmenin dahi yasaklandığı tarih, bu tarihtir). Tarihçi Karl Polanyi tarafından -zenginlerin yoksullara karşı devrimi- olarak yorumlanan süreçte Kral Tudor’un yürürlüğe koyduğu Çevrim Yasaları’na göre, daha önceleri köylülerin ortak mülkiyetinde olan ”toprak”, güçlü kesimlerce güçleriyle orantılı büyüklükte  sınırları çitlerle çevrilmeye başlandığı yıllarda, büyük usta Leonardo da VİNCİ   ”Son Yemek Freski”  üzerine henüz ham bir fikre dahi sahip değildi.

Arazi çevrimleri olgusu ile birlikte daha önceleri ortak mülk ve sorumluluk sahibi köylüler sonuçta ya kendi kullandıkları topraklarda tarım ırgatlığı yapmaya başlamışlar veya milyonlarca köylü süreç içerisinde topraklarını terk etmek zorunda kalmışlar ve yerlerinden yurtlarından edilmişlerdi. Çok geçmeden köylü ayaklanmaları gündeme gelmişti, örneğin 1524 yılında Almanya’da olanı. Bu yıllarda  üstat Mikel Anj ”Son Yargı” çalışmasına başlamamıştı bile.

Günümüzde de süren, insanlığı aldatan, köylüleri mülksüzleştirme operasyonunu ve ortaya çıkardığı sonuçları; filozof  J.J. Russo  ”güçlülerin eline dört kazık alarak güçsüzlerin topraklarını işkal etmesini, insanlığın yozlaşmaya başladığı süreç” olarak algılar.

Acaba yaşasaydı Russo,  J.F. Kennedy suikastine dair ABD’de  arşiv yasağının süreç olarak uzatılma kararını ”Amerikan Halkı’nın ve dünya insanının kayıtlardan ortaya saçılacak suikast bilgilerini kaldıramayacak kadar küçük bir çocuk oluşu” olarak mı yorumlardı? Ya, Sao Paulo Çöplüğü’nde boyları ortalama 80 cm. civarında ve Portekizce harici  besbelli olan bir dili konuşan, küçük ebatta bir insan jenerasyonunun  yaklaşık  yarım asırdan beri  var olduğunu nasıl yorumlardı C. Colomb ? 1492, kolay bir yıl değildi insanlığın geçirdiği evreler için, hele yöre yerlileri için.

Peki, ‘’11 Eylül’’ tüm acımasızlığına rağmen bilişim teknolojisinin egemen olduğu bu ortamda  nasıl yorumlanmalıdır ? Ya diğer 11 Eylüller ? Tarih kendiliğinden tekerrür edecek kadar aptal veya zeki olabilir mi? Kurgulananın ne olduğunu  ‘’sebep-sonuç-sorun-çözüm’’ diyalektiği içinde, ön kabullü varsayımlardan arındırılmış şekilde algılamak zorundayız.

Son 20 yılda küreselleşmenin genişlediğini dillendirenler, bunun aynı zamanda ”elek teorisi” gereği derinleştiğini hala iddia edemiyorlar ve hala bunun gerçekleşeceğini sadece arzulamaktalar. Bekleyin, demekteler.

Çağının çağdaşı küreselleşmenin tarihi duraklarının bazılarına uğrandığında, ulaşılan noktalar ve gidişin yönü, sorunun cevabını verir içerikte: 1869 yılında Süveyş Kanalı açıldı; ayrıca Amerika Kıtası’nın boydan boya geçilebileceği demiryolu yapımı başlatıldı. 1914 yılı bir taraftan Panama Kanalı’nın açılmasına tanık olurken, aynı yılda 1.Dünya Harbi patlak verdi. 1917 yılında Rusya’da farklı bir ekonomik ve toplumsal düzene yol açacak sosyalist devrim gerçekleşirken, bir yıl sonra ilk Dünya Harbi bitmiş ve anlaşma imzalanmıştır. Tekerrürü mümkün kılınmaması gereken korumacı iktisadi dönem, aslında savaşın gerçekten de antlaşmayla değil de, yarım yamalak bir ”dudak tiryakiliği” ile bittiğinin işareti gibiydi adeta. Bölüşmenin ve/veya paylaşımın adil (?) olmadığı ortam yeni bir taşkınlığa sebebiyet verecek gibiydi. Tuhaf olan bir olgu daha var: Nasıl oldu da 1. Dünya Savaşı Curcunası içinde Lenin’in Treni İsviçre’den Rusya’ya hiç engel görmeden ulaşabildi ?

İşte 1929 yılında vuku bulan ekonomik kriz ve 1934  Almanya’da hiperenflasyon ve kıtlıklar olarak kendini gösterirken, siyasi basiretsizlikler (veya belirgin bilinç) sonucunda onbaşı Adolf Hitler’in iktidara gelmesiyle birlikte, ki aynı yıl Japonya Milletler Cemiyeti’nden ayrılma kararı almıştı, ilkinde milyonlarca insan öldürüldüğü halde, 2. Dünya Savaşı pervasızca başlatılmıştır, tekraren milyonlarca insanın katledilmesi göze alınarak; üstelik yoğunluklu olarak yine Hıristiyanların öldürüldüğü bir savaş.

O günün insanı 1945 Şubat’ında Yalta ve aynı yılın Temmuz ve Ağustosu’nda Postdam kasabalarının isimlerini ilk kez duyarken, dünyanın küçük bir köye dönüştürülme planlarının son büyük itme ve çekme ile ortaya atılışını hiç düşünmemişti bile. Önce soğuk savaş başlamalıydı, dünya iki bloka ayrılmıştı ve rekabet olmalıydı. Fakat devletlerin  iflası engellenmeliydi.

Mustafa Özel’in değişiyle ”ölülüler borç ödeyemezdi” çünkü (1).  İşte genel iflasın engellenmesi için bir organize tilkilik süreci başlamalıydı. Çünkü 19 yy.ın mali iflasları konusunda ortak hatıralara da baş vurmak gerekirse görünen kareler grinin tek bir tonuna rastlanmayacak cinsten kara renkte idi: 1807 den 1900 e kadar Alman İmparatorluğu Coğrafyası’nda Prusya 2 kez; Wesfalya, Kurhessen, Schleswig-Holstein birer kez; Avusturya 5 kez; Hollanda bir kez; İspanya 7 kez; Yunanistan 2, Portekiz üç kez; Rusya, Osmanlı İmparatorluğu, Mısır ve Güney Amerika ülkelerinin hepsi ve defalarca borçlarını ödeyemez duruma gelmişlerdi (2). Bu yüzden 1944 te İMF ve Dünya Bankası gibi iki organizatör kurumun oluşturulmasına karar verdi savaşan taraflar; ilginçtir, üstelik henüz savaş bitmemişken buna vakit ayırabilmişlerdi.

Özetle Almanya ve Japonya yenilgiyi kabul etmek zorunda kalmış ve savaşın yegane günahkarları olarak hem damgalanmış ve hem de işkal edilmişti. Ancak –ilginçtir- her iki ülkenin sanayi tesislerinin bulunduğu bölgeler ağır bombardımandan hatta nükleer silah kullanımından  zarar görmemişlerdi. Belki de büyük güce boyun eğmeleri yeterliydi bu iki ekonomik havzanın, diğer taraftan da ekonomileri büyük zarar görmemeliydi,  ki dünya ekonomisi işlevini görmeliydi. Fakat büyük, iddialı ve yöncü güç kimdi ?

İnsanlığın bugünkü gibi günlük işlerine her an pek yaramayan, fakat bugünkü iletişim devriminin öncülü olan bir gelişme, yani Amerika ve Avrupa kıtaları arasında haberleşmenin okyanusun altına telgraf kablolarının döşenerek sağlanması takdire şayandı. Bu anlamda da  Avrupa, icatların, kalkınmanın, sömürge edinmenin, savaş-barış süreçlerinin, hatta  göçlerin teknolojik olanı da dahil, değişimlerin ve evrilmelerin  coğrafyasıdır. Şimdilerde ise bu olguların bazılarına zaman zaman ve çeşitli dozajlarda dünyanın her yerinde rastlanabiliyor.

1970 li yılların başında ”yüksek dalganın” uç noktasına ulaşan kapitalist birikim artık düşük verimliliğe dair sinyaller vermeye yüz tuttuğunda, doların altınla ilişkisi kopmuş, yani doların uluslar arası finans ilişkilerinde denge unsuru olma özelliği ortadan kalkmış; Alman Mark’ı, Japon Yeni gibi para birimleri rakip olarak dünyevi ticaret ilişkilerinde yerini almaya başlamışlardı. Bu noktada ki anlamsal bütünlük, Avrupa’daki güç B. Almanya’nın, diğer tarafta Japonya’nın ekonomik olarak ABD’ninkine erişiyor olması, yeni bir konjonktür kırılmasını gerekli hale getirmişti. Zira büyük savaşlara gerek yoktu. Çünkü büyükler arası savaşın sonucu A. Einstein’e göre ancak baltalarla, mızraklarla elde edilebilirdi. Fakat taşeronlar arası savaşlar pekala büyük yarılmaya meydan vermeyen küçük yırtıklar olarak algılanabilirdi. Gerekli mesajların gerektiğinde gerekli adreslere tebliğ edilmeleri bu yollarla sağlanabilirdi. Ancak, o yıllarda kapitalist blokun patronu yükselen kapitalistlerin tekrar boyun eğmelerini sağlayacak farklı bir yöntem belirlemişti. Yani ilk kez yüksek kapitalizm kurbanlarını kendi saflarından seçecekti, öyle de oldu. OPEC’ teki konum kullanılarak petrol fiyatlarında şok bir yükselme sağlanırken yıl 1973 idi. Bunun da yetmediği görülmüş olmalı ki, ikincisi 1979 ta yinelendi. Avrupa ve Pasifik Havzaları’nın ekonomileri Amerikan ekonomisiyle uzun yıllar rekabet edemeyecek duruma gelmişlerdi. Aynı zamanda uluslar arası piyasalarda borçlanmanın da maliyeti yükselmiş ve faiz şoku yaşanmıştı. ABD Patronajı yoluna devam edebilirdi artık.

70li yılların sonunda Polonya, Meksika ve Türkiye sistemin ilk zayıf kurbanlarıydı. Zira ithal ikamecilik tu kaka yapılıp, dünyanın tek pazar olmasına dair ”dışa açılarak” büyüme modeline işlerlik kazandırılmalıydı, bu amaca uygun akıllı kaldıraç İMF idi. 70 li yıllar boyunca oyunu tribünden seyreden İMF, 1980 i müteakip dönemde birdenbire kaybolan büyük paranın peşine düşmek için sahaya indi; diğer yandan da az gelişmiş ülkeler ne yapıp edip borçlarını geri ödeyebilmek üzere kendi dövizlerini kendileri kazanmalıydılar; hem de ucuz satıp, pahalı almak pahasına. Çünkü artık irili ufaklı en çetrefil cinayetler uluslar arası işbölümü arenasında da GÖRÜNMEZ EL tarafından organize ediliyordu: D. Ricardo’nun teoremi haricinde kimseleri yoktu neredeyse. Oyunun kuralı konmuştu bir kere: Vahşi kapitalizm.  Oysa çağının çağdaşı küreselleşme, sermaye serbestisine ve onun dolaşım hızının yavaşlamamasına bağlı olarak, teknolojik devinimlerin dünyaya yayılması anlamını taşırken, oluşan pastadan  iştirakçilerin tümünün pay alacağını vurguluyordu.

Elek teorisi her dönem sevimliydi, fakat 2000 yılı durağında bir hata vardı sanki, çünkü: 1992 yılında az gelişmiş ülkelerin birikmiş borçları 1 trilyon 300 milyar dolardan, 2000 yılında 2 trilyon 100 milyar dolara yükselmiş ve az gelişmiş ülkeler bir zamanlar toplam borçları kadar  faiz ödemeye mahkum edilmişlerdi. Faiz ödemeleri toplamda 1992 yılında sadece 170 milyar dolar iken, 2000 de yaklaşık 350 milyar dolara fırlamıştı (3). Az gelişmiş ülkeler 80li yıllarda bindikleri yeni otobüsün yeni yönünde otobüsten düşmüşler, hatta  aynı otobüsün tekerlekleri altında kalarak yatalak hasta tanısı konulur durumdaydılar. Sermayenin akış hızı ile emeğin durağanlığı arasındaki ters orantı, dış ticaret hadlerinde az gelişmiş ülkeler aleyhine işlev gören yapının global sistemi tıkaması artık an meselesiydi. Fakat kartların yeniden karılması için sebeplerin çoğalması beklenmeliydi bir taraftan da.

Bu arada güya soğuk savaş bitmiş, dünya hürlerin eline kalmıştı. Eski Sovyetler Birliği açılım planında ”gevşek sosyalizm” öngörülmüşken, inanmış ve denenmiş sosyalist D. Alman  halkının  muz  ihtiyacını giderme yolunda kesin adımlar atmaları sonucunda oluşan kaos ortamı çabuk atlatılmış; örneğin eski Doğu Almanya  ikiz kardeşini fidyecilerin elinden kurtarmak istercesine inanılmaz meblağları gözden çıkaran son derece insan sever Batı Almanya’ya satılmıştı. Birleşik Almanya önünde çığır açılmış olduğunu fark ederek, dünyevi paylaşımcı 3. Güç konumuna yükselmek niyetindeydi.

Körfez Savaşı, ”Haydut Devlet” kavramı ardında yapılırken, ABD küresel hegemonya konusunda tek güç olmak istediğini belli etmek istemiş; buna karşın Avrupa,  Para Birliği’ne geçişi ilan ederek bu durumu kabule yanaşmadığı konusunda ilk gerçekçi tebliği sunmuştu, muhatabı ABD’ye. Öte yandan ise Rusya arka bahçe teorisine işlerlik kazandırmada karar kılmıştı. Rusya gerek Avrupa ve gerekse ABD ile belli konularda işbirliğini reddetmiyordu.  Aynı Rusya 1996 da Şanghay Antlaşması çerçevesinde yeni enerji havzasının geleceğinde söz ve pay sahibi olduğunu belli etmekten de geri kalmıyordu. Rusya’nın giriştiği yeni ittifaka petrol ve doğal gaz iletiminin ve bunun finansmanın sağlanması konularında Japonya hayli istekliydi. Aynı Japonya’nın Pasifik havzasında kendi İMF’ni kurmak üzere hazırlıklar yapıyor olması da, geleceğin en önemli probleminin şimdiden habercisi olması bakımından dikkatle izlenmeye değer.

Almanya ise Balkanlar üzerinden güneye inmek ve kuzeyden de Kafkasya’ya ve Avrasya’ya geçmek üzere ”Lebensraum” unu (yaşam alanını) genişletmek üzere Fransa ile birlikte tarihi etütlerini yinelemeye başlamıştı.

Süratle değişen ve değişken stratejilerde artık bir nokta tüm iştirakçilerin anlayacağı şekle gelmişti, fakat genel kabul görecek hale getirilmeliydi: Enerji kaynaklarının hükümranlığı konusunda kaynak coğrafyanın önemi kadar geçiş coğrafyalar da önemli hale gelmiş, özellikle ABD, Avrasya Enerji havzasında 1996 sonrası gelişmeler temelinde mevzi yitirmişti. Özde on yıllarca süren uğraşıları heba olmak üzereydi, ki kendi ekonomik göstergeleri de oldukça bariz bir şekilde ”mali dermansızlık” döneminin yakın olduğuna işaret etmekteydi.

İşte bu noktada dünyevi teorinin değişeceğinin KESİN sinyali, ABD’de yapılan son başkanlık seçimlerinin sonuçlarının ”yüksek yargıç kurulları” tarafından belirlenmesiyle gelmiş oldu. Teorinin değişmesiyle uygulamanın da değişeceği, yani yeni, belki de son ”soğuk savaşın” tetiklenmesi gerekiyordu. Çünkü yüksek kapitalizm kendi krizini çözmek üzere daha büyük krizler yaratma yönteminin ustasıydı ne de olsa. Bu defa da gerçek rakipleri  boyun eğen müttefikler haline gelmeliydi. Bunun için Avrasya Enerji Havzası’nın göğüs kafesi açılmalı, kalbe derin bir neşter atılmalı ve yeni bir pil takılmalıydı: Bu defa ”haydut devlet” kavramı yerine, HAYDUT DİN kavramı anlaşılabilir hale getirilmeliydi. TALİBAN boşuna örgütlenmemişti. Nitekim öyle de oldu: 11 EYLÜL …

Çünkü Sovyetler Birliği dağıtıldıktan sonra, büyük öcü ortadan kalkmıştı. Oysa dinler son zamanlar  YENİ MÜFREDATIN etki alanı dışında olup, öbür dünyanın yanı sıra bu dünyanın sorunlarıyla da çok ciddi anlamda yakından ilgilenmeye ve başarı da sağlamaya başlamıştı. Yokluklar insanları sosyalizmden uzaklaştırırken, aynı yoklukların insanları Allah’a daha fazla yakınlaştırmasının önüne de geçilmeliydi. Artık taşınamaz, kabullenilemez çırılçıplak sömürüye karşı İTİRAZ ve BLOKSAL DURUŞ dinlerden ve özellikle İslamiyet’ten gelebilirdi. Belki de ”din, toplumların afyonu” değildi. Yanılmışlardı. Haçlı Seferleri gerekliydi. Ancak bir taş ile çok fazla kuş avlamak; başka bir tabirle sayıları hayli fazla kuşun hayatına son vermek, tarihin neden son bulmadığının ve tarih yapanların acımasızlıklarını gözler önüne sermesi bakımından ibret vericidir. Çetrefil soru şudur:

Sakın ola ”11 Eylül”,  asalak para kapitalizmi ile  üretken sanayi kapitalizmi arasında oluşan büyük çatışmanın tezahürü olmasın  ?

KAYNAKÇA:

1)  Prof. M. Özel; Yeni Şafak 20.01.2002

2)  Blaetter des iz3w Kasım 1984, Nr. 121

3)  (Frederick F. Clairmont: In der Schuldenfalle, Le Monde diplomatique  11.05.2001 içinde)

680 Görüntüleme
Kategori:Makaleler

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir